Paris – Olympia Konseri
M. Tournier “Altın Damla” adlı yapıtında Paris’teki Ümmü Gülsüm konserlerini şöyle anlatır;
“…Amouzine, onun 15 ve 17 Kasım 1967 günleri Paris’te -Olympia’da- verdiği iki muhteşem konseri de anmadan geçemiyordu. Capucines bulvarının kaldırımına yığılmış olan seyrici kitlesi akıl almaz bir kalabalık oluşturuyordu ve Amouzine’in içinekalabalıktan içeri giremeyeceği konusunda bir korku salmıştı. Ne idiğü belirsiz kimseler, kuşkusuz karaborsa bilet satmak amacıyla kalabalığı şöyle bir yokluyorlardı; ama istedikleri para terzi yanında çalışan ve ailesinin geçiminden sorumlu olan bir işçinin bütçesinin kaldırabileceği gibi değildi. İşte tam o sırada hiç beklemediği bir anda talih kuşu konuvermişti başına. Elindeki beyaz bastonunun ağır ve yumuşak hareketleriyle yayaların orta yerinde kendine yol açarak yürümekte olan bir körle burun buruna geldi. Başında sarık, sırtında cebella bulunan yaşlı bir Arap idi bu. Amouzine’in ilk hareketi, hiçbir çıkar gözetmeden ona yardım etmek istiyormuş gibi apar topar adamın üstüne atılmak oldu. Ne var ki az sonra kendi cömertliğinden asıl aslan payını kendinin aldığını anladı.
Körü kolundan tutup ona çabucak dedi k: “Gel benimle, seni içeri sokacağım”. Sonra tiyatro salonunda körü önü sıra itip “Çekilelim beyler, lütfen yol açalım!” diye yönelerek kalabalığı yardı. Dünyanın tüm ülkelerinde, özellikle de çoğunluğunu Afrikalıların oluşturduğu bir toplulukta, kör, çabucak salona ulaştı, sonra ilk sırada, hemen sahnenin kenarına yerleşiverdiler. Bu gerçekten bir mucizeydi ve terzi bu olayı anımsadıkça gevrek gevrk gülmekten kendini alamıyordu. Fakat bir mucize daha oldu, öylesine derin, öylesine anlamlı, öylesine heyecanlı ki, sormayın!
Perde kalktı. Ümmü Gülsüm’e geleneksel olarak eşlik eden orkestra yerini almşıtı ve alışıldığı gibi uzun uzun taksim geçti. Bu kemanların, sonra da udların, kanunlar, en sonunda da elektronik orgun yeni baştan alarak çizdiği yılankavi uzayıp giden tek düze bir şarkıydı. Bir projektörün ışıklarının aydınlattığı bir dairenin içinde şarkıcının kendisi göründü ve ağır ağır mikrofona doğru yürüdü. Esinlenmiş bir havayla başını yukaruya doğru kaldırdı, uzun eşarbını avucundan aşağı sarkıtmıştı. Sahneye çıkması bu kadar heyecanla beklenmesine karşın hiçbir anons, hiçbir alkış, hiçbir tezahürat olmadı. Ümmü Gülsüm başını biraz eğdi ve salonun devasa, siyah ağzını seyreder gibi göründü. Sanatçı Arap ülkeleri dışında pek fazla turne yapmamıştı. Delta topraklarına öylesine kök salmıştı ki Avrupa’nın başkentlerinin ve Amerika’nın büyük kentlerinin oluşturduğu uzak batıda dolaşmaktan her zaman belli bir tiksinti duymuştu. Bu durum Paris seyricisi karşısında da hissedilmektedir. Gözle görülür bir biçimde, o karanlıkta, onca kalabalığın arasında kendisine güven verecek seyriciyle onun arasındaki akımı geçirtecek bir yüz, bir bakış aramaktadır. Bulur da. Ama bakışsız bir yüzdür. Sahnenin hemen önündeki başı sarıklı, sırtına cebella giymiş olan beyaz bastonlu körü farkeder. Güçlükle farkedilir bir sesle şöye seslenir: “Şarkılarımı senin için söylüyorum.” Körden bir başkası duydu mu bunu? Kesin değil. Ne var ki yaşlı adam irkilir. Körlüğün kararttığı çopur suratı bir gülümsemeyle aydınlanır. Tutkuyla dinlemektedir. Şarkılarını onun için söylüyormu! Ve bu mucizeye tanık olan küçük terzi hemen yanıbaşındadır. Kendisinin de katkısı olduğu bir mucizenin tanığı keyiften ve büyülenmenin etkisiyle donup kalmış bir halde susmaktadır.
Dışarı çıktığımızda, diye anlatıyor İdris’e, millet önümüzde temenna ederek bize yol açıyordu. Köre Ümmü Gülsüm’ü kafasında nasıl biri olarak tasarladığını sormaktan alıkoyamadım kendimi. Hatta şaşkınlığıma geldi ve ona Ümmü Gülsüm’ü nasıl gördüğünü sordum. Bu yaptığım sanki patavatsızlık değilmiş gibi sorumu yanıtlamaktan geri kalmadı:”Yeşil!” dedi. Anadan doğma kör olan bir adam bizim ulusal şarkımızı bir renk, yeşil renk olarak görüyordu. Ve ” Sesinin o kadar çok nüansı var ki, doğadaki tüm yeşilleri bünyesinde taşıyor ve yeşil Hazreti Muhammed’in rengidir.” diye belirtti.
Bu sözü söylemiş olan Amouzine susuyor ve İdris’e bakarak gülümsüyordu. Bu kadar genç çocuk, sözün bir körün görmeyen gözlerini gördürecek kadar güölü olacağını, bir imin karanlıklara boğulmuş başındaki yeşil rengi çağrıştıracak kadar zengin olduğunu anlar mıydı?
İdris de Ümmü Gülsüm’ü körden daha fazla görmş sayılmazdı. Ve onun hayal gücünü yüceltebilen, Amouzine’in cüzdanında sakladığı, kalın siyah gözlüklerin gerisine gizlenmiş kaba saba yüzlü bir kadının görüldüğü gazete kupürü değildi. Fakat onu saatlerdir dinliyordu ve yavaş yavaş aklına Zet Zübeyde’nin anısı egemen oluyordu. Bu aynı sesti, Ümmü Gülsüm’ün, meslek yaşamının başlangıcında görünümünü almış oduğu Bedevi kızının, bir kadın için biraz fazla kalın, iç parçalayıcı tensel tonlamalara sahip sesi.
(…) Mükemmel derecede belirgin dudak hareketleri, tamamen aynı hareketlerdi; vurgulu telaffuzdu; Kur’an söylemine uygun olarak kopuk kopuk sözcüklerdi. Ve aynı zamanda makamla yapılan bu tekrar, farklı bir tonlamayla tekrar edilen sözlerin baş döndürecek, insanı hipnotize edecek kadar bıkıp usanmadan yinelenmesiydi. Yergi olan ve ölümün hilesinin maskesini alaşağı eden kızböceği, yazı olan ve yaşamın sırrını çözen çekirge…”.